Eşref-i mahlukat olarak addedilen insan, bu özelliğiyle tasavvufta daha da derin anlamlar yüklenerek yüceltilmiştir. İnsan’ın Yaratıcının yer yüzündeki halifesi (1) olması nedeniyle konumunun şerefli bir mahluk olmaktan çok daha öte olduğu ortaya çıkmaktadır.
“Yaradan Adem’i yaratıp meleklere secde edin demeden önce girdi Adem’in gönlüne yerleşti ki secde edilen yine kendisi olsun. Şeytan bu durumdan habersiz olduğundan Adem’e secde etmeyi reddetti.”
“Biz ona şah damarından daha yakınız” (2) ayeti ile doğrudan ilişkili olan bu hadise insanın yüceliğine bir açıklama mahiyetindedir. Secde emri Adem’e değil aslında Adem’deki Allah’a secde idi.
Vahdet-i Vücut kavramının önemli savunucularına göre de yaradan sadece insan da değil tüm kainattadır ya da başka bir deyişle her şey Yaratıcının bir tezahürüdür. Sürekli Allah ile meşgul olan Hallac’ın yoğun bir cezbe halinde söylediği meşhur sözü olan “Ene’l Hak” yani “Ben Hakk’ım” Vahdet-i Vücut felsefesinin temel öğretileri arasındadır.
Kafirlikle suçlanan Hallac dar ağacına asılacağı zaman yanına Şeytan gelir ve sorar;
“Sen de Ene (Ben) dedin, ben de Ene (Ben) dedim. Bana lanet, sana rahmet yağdı. Bunun açıklaması nedir, söyle bana?”
Hallac;
“Sen Ene (Ben) dedin kendini ortaya koydun, ben Ene (ben) dedim kendimi ortadan kovdum. Bu yüzden sana lanet bana rahmet yağdı”
Ene’l Hak öğretisini Hallac’dan sonra en ateşli savunucusu Seyyid Nesimi olmuştur. Hurufilik ile ilgili yazımızda kendisinden bahsettiğimiz için burada tekrar etmeyeceğiz. Mevlana Celalleddin Rumi ve çağdaşı olan pek çok mutasavvıf (İbn Arabî, Evhaddüddin Kirmani, Sadreddin Konevi vs.) Vahdet-i Vücut felsefesinin etkisi altında kalmış ve özellikle Hallac-ı Mansurdan etkilenmişlerdir.
Mevlana’nın şu şiiri bunu ispatlamaktadır;
“Bugün Ahmed benim, ama dünkü Ahmed değil,
Bugün Anka benim, ama yemle beslenen kuşcağız değil,
Ene’l Hak kadehiyle bir yudumcuk içen sızdı Tanrılık şarabından,
Şişelerce küplerce içtim ben sızmadım,
Ben Sultanların aradığı Sultan.”
Gönül sarayı yüce yaratıcının istirahatgahıdır. İnsan dilerse ki Yaradan orada hep kalsın, orayı temiz tutmalıdır. Kirli haneye misafir gelmek dilemez. Bu sebepledir ki mutasavvıflar seyr ü sûluk kaideleri belirlemiş Kamil insan olma yolunda müritlerin ilerlemesine yardımcı olmuşlardır.
Vahdet-i Vücut’un da bazı çevrelerce kabul görmediği yer yer şu şekilde eleştirildiği olmuştur; “Her şey “Allah’ın yansıması ise kötülük de mi Allah’tandır?”. Soruya cevap şu ayettir;
“İyilik ve güzellikten sana her ne ererse Allah’tandır. Kötülük ve çirkinlikten sana ulaşan şeyse kendi nefsindendir. Biz seni insanlara bir resul olarak gönderdik.”(3) Tanrı ve İnsan
İnsan’ın üstünlüğü ve güzelliğini nitelemek tadına bazı çevrelerde “Biz insanı, gerçekten en güzel bir biçimde yarattık.”(4) ayeti örnek gösterilerek, en güzel biçim yaratıcıya ait ise Tanrı, insanı kendi şekli ve suretinde yaratmıştır şeklinde teviller de yapılmaktadır. Cemalperest mutasavvıflar da Tanrı’nın nurunun ancak güzel yüzlülerde tecelli ettiğini söylemektedirler.
Velhasılı kelam,
Eşref-i Mahluk olan insan, en güzel surette yaratılıp alem-i cihana, bunca Tanrı yansıması güzelliği seyran etmeye gönderilmiş bir “Halife”(!) dir. Bilenlere aşk olsun…
Kaynakça
(1) – “Bir zamanlar Rabb’in meleklere: “Ben, yeryüzünde bir halife atayacağım.” demişti de onlar şöyle konuşmuşlardı: “Orada bozgunculuk etmekte olan, kan döken birini mi atayacaksın? Oysaki bizler, seni hamd ile tespih ediyoruz; seni kutsayıp yüceltiyoruz.” Allah şöyle dedi: “Şu bir gerçek ki ben, sizin bilmediklerinizi bilmekteyim.” Bakara/30
(2) – Kaf/16 Tanrı ve İnsan
(3) – Nisa/79 Tanrı ve İnsan
(4) – Tin/4